yılmaz erdoğan'ın müthiş filmi.
mert fırat,
farah zeynep abdullah ve
kıvanç tatlıtuğ bu filmde resmen devleşmiştir.
yaklaşık 1 buçuk 2 yıldır en aşağı 500 film, 2000 bölüm de dizi izlemiş biri olarak beni çok çok çok acayip duygulara gark eden film oldu.
hayranı olduğum
the hobbit'e,
the dark knight rises ya da
life of pi'ye bile kısacık birerentry giren biri olarak bu filme upuzun bir entry giriyorsam nedeni basit; özünde hepsinden gerçek olması. en az filmdeki veremin kanının ve o güzel doğa manzaralarının gerçekliği kadar.
fragmanını en fazla 3-5 kez izlediğim fakat iyi kötü izlenebilirliği olacağını bildiğim bu film beni büyülemişti. öylece izledim. hatta bu benim beyoğlu atlas sineması'ndaki ilk film deneyimimdi. sinemayı fena bulmadım açıkçası. filmin ilk yarısı bittiğinde, o kadar da içime sinmemişti film. beklentilerimin altında demiştim kendi kendime. ikinci yarı başladığında o kadar soğuk ve ölüm kokuyordu ki film, ürperiyordum olduğum yerde. yazmaya aşık iki güzel adamın hikayesi ekranda. "
yazmasaydım çıldıracaktım diyen" o güzel adama inat ömürlerinin daha yirmili yaşlarında çıldırdıkları için yazan, ama gerçekten güzel yazan iki adamın hikayesi.
adlarını kıyıdan köşeden duyup da kim olduklarını bilmediğimiz iki adam.
film bitirip eve geliyordum. zihnimde ise o iki güzel adam. hayali arkadaşlarıma iki kişi daha eklendi diyordum sessizce;
aylak adam'la başlayan hayali arkadaşlarım,
turgut özben,
selim ışık,
cahit tomruk ve
kosmos derken iki güzel adamı daha alıyordu yanlarına;
rüştü onur,
muzaffer tayyip uslu..
eve varıyorum. karnım aç. yoldayken yemek yemeyi unutmuşum. artık ne kadar içine çekmişse film beni, o güzel adamlar öksürdükçe nasıl benim avuçlarım kanla dolmuşa hemen kendimi o güzel adamlarla ilgili ne kadar çok bilgi bulabilirim diye paralıyorum. ilk önce şu dizeler düşüyor önüme;
"payıma düşen toprak parçası
senin de payına düşer.
ayrılık gayrılık yok
ölüm nefesinde nasıl olsa.
amma henüz vakit erken
daha gün
karşı apartmanın balkonunda
dur bakalım hele
ben salata satayım
şair leyla sokağında
sen gene koş
bez fabrikasındaki
tezgahının başına.
ölüm içimde
ölüm dışımda
ölüm talihsiz aşımda
ölüm kuru başımda
teselli benim gözyaşımda."
sonra şu;
"diyecekler ki arkamdan
ben öldükten sonra
o, yalnız şiir yazardı
ve yağmurlu gecelerde
elleri cebinde gezerdi
yazık diyecek
hatıra defterimi okuyan
ne talihsiz adammış
imanı gevremiş parasızlıktan."
sonra bu;
"önce öksürüverdim
öksürüverdim hafiften
derken ağzımdan kan geldi
bir ikindi üstü durup dururken
meseleyi o saat anladım
anladım ama iş işten geçmiş ola
şöyle bir etrafıma baktım,
baktım ki yaşamak güzeldi hala
mesela gökyüzü,
maviydi alabildiğine
insanlar dalıp gitmişti
kendi alemine."
gözlerim buğulanıyor. hüngür hüngür ağlıyorum. ölümün soğukluğu ve onu beklemek bu kadar acı olmamalıydı diyorum, hıçkırıklarımdan bulduğum boşluklarda. o öksürükleriniz, evet öksürükleriniz, keşke kustuğunuz kanla birlikte bana gelseydi de siz daha çok yaşasaydınız güzel adamlar. en nihayetinde imdadıma şu dizeler yetişiyor;
"kapalı duran penceremden
odama giren sabah güneşi
günaydın diyor
sandalyenin sırtında ceketim
dün gece olup bitenleri unutmuş
uzun etme diyor işte
ve bir mırıltı
kulağımın dibinde
ben başlıyan günüm
aydınlığı getirdim sana
insanoğlu
hadi kalksana
peşinden lafa karışıyor pencere
günaydın muzaffer bey
sokaklar seni bekliyor
-sokaklar seni bekliyormuş-
günaydın."
öyle işte..
http://www.youtube.com/…play=true;showoptions=false